“Cemal Reşit Rey’i tanıma fırsatı bulmuş. Ama Cemal Reşit’ten geriye dramatik bir anı kalmış… Aktarırken bile üzüntü duyuyor…”
Orhan Topçuoğlu: Ya şimdi bunu açınca aklıma geldi. Sene 1979 falan… Cemal Reşit Rey’e derse gidiyordum.
Onun Serencebey yokuşunda bir evi vardı, apartman dairesinde oturuyor aslında ama eskiden orası onlara ait bir köşkmüş. Serencebey’de e çünkü adam burjuva, Osmanlı burjuvası.
“Ben bir şekilde derse gitmeye başladım, armoni dersi. Ama Cemal Reşit Rey ’e benim seviyemde birinin armoni dersine gitmesi mesela ne bileyim Dali’ye gidip de fırça nasıl tutulur diye sormak gibi bir şey!
Ama adam hem yüksünmedi hem de çok daha acısı bunu sonradan algıladım paraya ihtiyacı vardı… Adamın paraya ihtiyacı var! Koskoca Cemal Reşit Rey! … Yani o zaman kaç? 80 yaşında mı 70 küsur yaşında mı öyle bir şey!”
Neyse bir kaç defa derse gittim ben ona… Bir defasında kapıdan girerken daha apartmanın ziline basmadan önce dairenin… O zamanlar ITT Schaub Lorenz teypler vardı. Kasetli! Metaldi üzeri. Böyle yuvarlak yuvarlak delikleri vardı. Buldum bir yerden. Teybin ufak bir yan çantası vardı. Çantanın içinde yanımda götürdüm teybi; kayıt düğmesine bastım, zili çaldım. Ondan sonrası kayıt hep. Masanın üstüne koydum teybi, böyle çaktırmadan, çantanın kapağını açarak… Cemal Bey’in haberi yok bir şeyden, anlamadı! Aradan epey bir zaman geçti, sonra fark etti. Çünkü ben böyle itip kakıyordum, sesini doğru düzgün alsın diye… Fark edince acayip sinirlendi, “ben istemiyorum, konuşmaaaaam, kapa şunu” diye bağırmaya başladı. O zamana kadar, kaydettim kaydedebildiğim kadarını. Fakat ben sonra o kaydı kaybettim inanır mısınız? Ya bu hakikaten çok büyük bir eşeklik! Yani onun mutlaka elimde olması lazımdı. Bu hem kişisel bir şey, hem de Cemal Reşit Rey’in bir küsur saatlik kaydı yahu!.. Adam mesela bir şey anlatıyor, ne bileyim ben, kadans anlatıyor, plagal kadans! Bilmem nerden bilmem ne, şöyle olması lazım, hoppa içeri gidiyor, birden mesela Prens Igor ’un piyano ve şan partisi kitabıyla geliyor, piyanonun başına oturuyor, piyano da en son 1940 ta falan akord edilmiş! O kadar fena yani piyanonun durumu, tozlar falan uçuşuyor içinden! Mesela ona basarak “rü hehüüüüüüüüüü” diye tarif ediyor. Çok acayipti, çok güzeldi!
“Gündemle ilgilenmiyor… Ama bunun iyi bir şey olduğunu da düşünmüyor. Gündelik hayattan kendini soyutlamak, Orhan Topçuoğlu için bir kaçış… Başka türlü, katlanamıyor çevresinde olup bitenlere… “
Sinan: Baktım ben ilk yayınlanan 300 dosyanın içinde wikileaks‘ te yoksunuz, bundan sonraki 251.000 dosyada sizi bulabilecek miyiz?
Orhan Topçuoğlu: Şimdi buradan hemen, büyük ihtimalle okuyacakların hatta daha önceden sizin de çok fazla “hass…!” diyeceğiniz bir konuya gelmem lazım. Ben, net olarak, belki fazlası vardır 10 yıldır gazete okumuyorum ve televizyon seyretmiyorum. Ama bu gerçek yani! Hani bazı şeyleri snobe ederek söyler ya insan, “ne gazete mi? canım hahaha” falan, hayır öyle değil! Bunun entelektüel boyutu falan yok, tamamen bireysel bir boyutu var. Ben kaçıyorum çünkü. Kendimi bir şekilde izole etmeye karar verdim bir süre önce.
Ulvi: Biliyorum onu konuşmuştuk.
Orhan Topçuoğlu: Konuşmuş muyduk? Onun için mesela bu söylediğin şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum.
Sinan: Dünya çalkalanıyor şu anda.
Orhan Topçuoğlu: Ama mesela dün mü evvelki gün mü ne facebook’a girdim, bir dakika önce biri bir şey yazmış “Haydarpaşa yanıyor!” diye, eğer orada onu görmeseydim, mesela iki üç gün sonra birisi söyleyecekti, ya da ben gittiğimde görecektim. Onun için bu söylediklerinin ne olduğunu bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum.
Sinan: Bunu bilmemek rahatlatıcı bir şey olsa gerek?
Orhan Topçuoğlu: Yok yani, dediğim gibi bir yere yaslamıyorum bunu. Bak şunu yapmıyorum: “Ulan burada merak edilecek bir şey var aslında ama şimdi ben bu duruşum gereği, bunu öğrenirsem, ya da buna bakarsam, kendi kişiliğimden…” Hayır, öyle bir şey yok! Ben mümkün olduğu kadar, gündemden uzak kalmaya çalışıyorum. Bunun iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu hoş bir şey değil. Niye hoş bir şey değil? Çünkü netice olarak yaşamak zorunda olduğum bir alan var ve bu alanın içinde devinmek zorundasın. Kaçamıyorsun bir yerde… Aslında facebook’a girdiğinde falan orada da var. Tabii ki kaçamıyorsun. O zaman facebook’a da girmemen lazım. O kadar kaçmak değil yani. “Dincileri sevmiyorum o yüzden filan marka grissini yemem” şeklinde bir şey değil bu. Abartılmış ve sapıkça bir durum yok! Ama mümkün olduğu kadar… Ya işte hangi dizi oynuyor televizyonda bilmiyorum mesela. Hiç bir türk televizyonunu seyretmiyorum. Yayıncıların dedikleri bir şey var. “the others” diyorlarmış ona. Ne o bir “A-B şeyi” var, “A plus” falan. Bir de “the others” varmış. Bu “the others” hiç bir rating konseptine sığmıyor. İşte onu seyretmek yerine öbürünü seyreden ben de kendi adıma bir “the others” ım.
Sinan: Sizin üzerinizden oyun kuramıyorlar reklamcılar yani?
Orhan Topçuoğlu: Bilmiyorum. Eurosport’u severek seyrediyorum. Ama kendime göre sporları seviyorum. Yani hayatımda hiç bir şekilde yapmayı düşünmediğim sporlar. Mesela daha çok kayak sporunu seyrediyorum. Snooker falan. Bayılıyorum onlara. Ha, ama futbol maçı da seyrediyorum. Mesela dün gece Barcelona- Real Madrid maçı vardı, onu seyrettim ve dedim ki “ben evet futbolu çok seviyormuşum meğerse!” Ama Fenerbahçe-Konya Spor maçını niye seyredeyim ben ya, eğer fan değilsem?