Ulvi Yaman: Selam Can, öncelikle teşekkür ediyorum bana ve Reportare’ye vakit ayırdığın için ve hemen en kıl sorumla başlıyorum; İstanbul mu? Ankara mı? Neden? 🙂
Can Öktemer: Merhaba Ulvi abi, davetin için asıl ben teşekkür ederim. Seninle muhabbet etmek her zaman büyük keyif. Yılların en çetrefilli sorusuna şöyle giriş yapayım; İstanbul’la sevgi ve nefret arasında gidip gelen bir ilişkim var. Sıkıldığım kadar seviyorum da. İstanbul aylak yürüyüşler yapmak için dünyanın en güzel şehirlerinden biri bence. Şehirde herkes telaşla bir yere gitmeye çalışıyor ya da arabasının içinde trafiğin için sinirle yolun açılmasını bekliyor. Ama aylaklık sizi zaman dışı kılıyor, şehrin kaosundan uzak tutuyor. Lodos zamanı cadde sonundan gelen deniz kokusunu takip etmek, balıkçı tekneleri, kızılın farklı tonlarındaki gün batımları, telaşla iskeleler arası gidip gelen vapurlar, Galata, Beşiktaş, Karaköy’de (Gerçi Galataport yüzünden aylaklık iptal oldu galiba orada) yaz aylarında yürüyüp bir yerlerde bir şeyler yiyip, içmeye, boş bir bankta (bulabilirsem tabii) boğazı izlemek eşsiz bir deneyim sunuyor. Tüm bu saydığım klişeleri, bayat olmaktan kurtaran bir yer İstanbul bence. Ayrıca kentin Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar romanlarından da aşina olduğumuz esrarlı, gizemli bir yanı da var. 18. yüzyıl ve 19. yüzyılda İstanbul’a gelen Gautier, Nerval gibi romantik şair, yazarların yaptığı gibi kent içinde bu şekilde yürümek, İstanbul’un kayıp zamanına yolculuk gibi de hissettirebiliyor aynı zamanda. Her sokağın bir başka uzun geçmişe uzandığı dünya üzerinden çok az kent vardır sanırım. Elbette romantik bir İstanbul turu yapabilmek için ya seyyah ya elinizde dönüş bileti olması lazım. Şehrin sakiniyseniz de cebinizde paranız olması lazım. İstanbul’un keyfini çıkarmak da sınıfsal hepimizin bildiği gibi. Gelirlerin bu kadar düşük kira başta olmak üzere temel ihtiyaçların bu kadar yüksek olduğu bir yerde insan ancak hayatta kalmaya çalışabilir maalesef. Gun’s and Roses parçası gibi “Welcome to the Jungle”
İstanbul’a bir iş veya başka bir neden için gittiğimde ben de o kaosun içinde kendimi buluyorum. Trafiğin içinde saatlerce beklemek, bir yerden bir yere gidebilmek için çok zamanım gidiyor. Nefes nefes bir oradan bir oraya koşturuyorum. İşte, o zaman İstanbul’a sinir olmaya başlıyorum birçok kişi gibi. Şehrin romantik manzarası yerini distopik bir kareye bürünüyor. Woody Allen’in Annie Hall filminde, New York hastası ve neredeyse şehri hiç terk etmeyen bir komedyeni canlandırır ya hani. Onu zorla Los Angeles’a götürdüklerinde ise başı döner, tansiyonu düşer hemen New York’a dönmek ister. İstanbul’da ne kadar uzun süre kalsam ben de aynı Alvy Singer gibi hissediyorum, hemen eve Ankara’ya dönmek istiyorum.
Kentler özellikle metropoller neredeyse 18. yüzyıldan beri tüketim odaklı, sermaye merkezli, alt gelir gruplarının kenara itildiği meta topografyalara dönüştü. İstanbul da benzer bir dönüşümü sürekli yaşıyor. Sermaye merkezli, alt gelir gruplarının kenara itildiği bir yere dönüştü. Üstelik her yerde var. Kentin vaat ettiği ışıltılı, hareketli hayat bence insanları yoruyor. Üstelik sürekli değiştiği için çoğu kimse kendini kente ait hissetmiyor. Yaşadığımız yerle bağ kurabilmek için o aidiyeti sağlamak çok önemli. Kişisel anıların içinde akıp giden bir yer İstanbul. Bu kadar kaos, belirsizlik ve meta dünya insanı kenara itebiliyor. Böyle olunca ya hiç yaşanmamış bir geçmişe dair hamasi hayallere kapılıyorsunuz ya da sürekli nostaljik duygularla kendi geçmişinizi arıyorsunuz. Zaten bana kalırsa İstanbul’da Svetlana Boym’un Nostaljinin Geleceği kitabında da ele aldığı iki baskın nostalji duygusu hâkim: Yeniden Kurucu Nostalji ve Düşünsel Nostalji. Boym’a göre Yeniden Kurucu Nostalji resmi söyleme dayanan bir tür “Geleneğin icadı” anlayışına, yitirilmiş “evi” uyandırmaya çalışan ve sembollere dayanan bir nostalji türü. Düşünsel Nostalji ise daha kişiseldir. Bu tanımı İstanbul’a da uyarlayabiliriz. Yeniden Kurucu Nostalji, muhafazakâr iktidarların ürettiği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun görkemli geçmişini uyandırmaya çalıştıkları sembolik evrende kendini hissediliyor. Burada kentin temel ihtiyaçlarından çok yaratılan hayali bir hamaset var. Ancak kâğıt üstünde görkemli olabilir. Diğer nostaljik duygu ise hayatını, gençliğini burada geçiren kişisel bir hafıza var. Taksim’de geçirilen ilk zamanlar, gidilen konserler, bir mekânda oturup bira içilen anılar. Bu anılar hiç kuşku yok ki çok özeller ve bir daha tekrarı olmayacak ama mekanların kolektif hafıza mekanları olduğu düşünülürse ve şehir sürekli baştan aşağıya değişiyor bireye düşen tek şey melankoliye bulanmış bir nostalji oluyor maalesef. İstanbul’un yakın tarihini uzun zamandır fotoğraf karelerinde yaşıyor. Kişisel anıların, tarihin tuzuna bulanıyor burada.
İnsanların sadece bir defa yaşayabildiği nadir güzel anıları oluyor hayatta. Mekanlar biraz da onları depolar, hatırlamamızı sağlar. Bu kadar hoyratça mekanların, yerlerin, evlerin yıkılması hepimizi muğlak bir zaman hapseder. Şehrin zamanıyla insanların zamanı aynı yerde buluştuğunda ortak bir bağ yakalanabilecek bence. İnsanlar kendilerine ait hissedecekler. Gezi zamanı “Kent hakkı” talebi yükselmişti. İktidar da kartını inşaattan yana açtı. Uzun vadede kent hakkını talep edenler kazanacak ama bu kesin. Betonun bir geleceği olamaz ama insanın olur.
İstanbul mu? Ankara mı? sorusuna yanıtım ise tahmin edilebileceği üzere Ankara olacak. İnsanın doğup büyüdüğü yerden ve bir yaştan sonra alışkanlıklarından vazgeçmesi zor. Ankara benim için böyle bir yer. Hayatımdaki yeri de bu yüzden özel. E, bir de İstanbul’un Ankara’yı küçümsemesi “Siz de ne var ki?” tarzı söylemleri de ister istemez Ankaralılık kimliğine daha çok sahip çıkmama neden oldu. Ankara’yı İstanbul’a göre yavaş, kararında kaosu ve yine İstanbul gibi büyük sürprizlere açık olmamasından ötürü seviyorum. Kenti sabah akşam bıraktığınız gibi bulabiliyorsunuz. Düzen müptelası insanlardansanız buradan iyi bir yer bulamazsınız. Her şey kendi rutininde ve düzeninde devam ediyor. Lakin böyle söyleyince hemen “sıkıcı” kent yaftası ağızlarda bekliyor biliyorum. Bu söyleme asla katılmıyorum. Her şeyin sürekli tekrar ettiği bir zaman diliminde doğru yere doğru şekilde bakarsanız yeni bir şey görebilirsiniz. Her adım yeni bir ihtimali doğurur. Dolayısıyla belirli bir rutin dahilinde size iyi gelecek şeyleri nasıl yapacağınız bilerek yaşayıp gidebiliyorsunuz. Üstelik iyi kötü bütün anılarımı burada kaydettim diyebilirim. Hem zaten anılarınızı biriktirdiğiniz yer ne kadar kötü olabilir ki? Gerçi Ankara’nın da son zamanlarda tuhaf mekânsal değişimi, 30 yıllık Gökçekzedeliğin yaratmış olduğu tahribat yüzünden adını tam koyamadığım bir yabancılaşma yaşamıyor değilim. Mevcut iktidarın kamusal alan denetimini sıklaştırması, bellek mekanlarının birer ikişer yıkılması, alışveriş merkezi odaklı kent planlamasının burada da ivme kazanmasıyla birlikte yabancılaşmanın bir ucu da giderek sıkılmaya doğru gidiyor galiba. Üstelik memleketin 100 yıldan fazla sürdürdüğü kültür savaşları da şehir belleğine, kimliğine çok fazla zarar veriyor.
Bir süredir tepelerin üzerine çıkıp ufka doğru bakıp, denizi arıyorum. Kentlerden sıkılmaya başlayıp her orta sınıf gibi. “Çılgın Kalabalıklardan Uzakta”yı gerçek kılabilir miyim diye düşünüyorum. Teoride ve hayalde tamamım ama pratikte kırlık alanda ne kadar hayatta kalırım onu bilmiyorum. DNA’nımızla oynanmış bizim domates bile ekemeyiz, karınca ısırsa acile koşarız bence. Bilmiyorum, kent hayatı giderek daha da zorlu hale geliyor. Ama şartlar ne olursa olsun hem gerçekte hem de ütopik dünyamda bir şekilde Ankara’ya dönmek var. İnsanın evi gibisi yok. Üstelik burada gün batımları da fena değil. Rakıya eşlik edecek dostlar da var. Bunlar bazen çok şey demek…