Ulvi Yaman: Walter Benjamin, Baudelaire, Edgar Alan Poe, Dostoyovski, Jack Kerouac gibi bir çok farklı Flanör tiplemesi var. Hatta Evliya Çelebi ve Hobo’ları da bu paranteze almak mümkün. Bir Flanörü seyyahtan ayıran, üretimlerini gezi yazılarından ayrıştıran şey nedir sence? Yabancılaşma? Bireyselliğin önce çıkışı? Modernizmle ilişkisi? Ne dersin?
Can Öktemer: Flanörü, seyyahtan ayıran en önemli husus bana kalırsa, seyyahın yolunun bir neden bağlanması, flanörün bağlanmaması. Evliya Çelebi’nin yola çıkış hikayesini hatırlayalım. Gördüğü rüyadan sonra onu kimse evde tutamazdı herhalde. Seyyah sürekli hareket halinde. Gideceği istikamet üç aşağı beş yukarı belli. Flanörün yürüyüşünün rotası belli değil. Kendisini bir sokaktan salıp dilediği yere gidebilir. Seyyahla, flanörün en büyük ayrım noktası gezdikleri yerleri kaydetme şekillerinden geliyor olabilir. Seyyah, biraz gazeteci biraz da tarihçi daha doğrusu vakanüvis not eder gördüklerini. Seyyahların bakışında kimlik, ideoloji ve kişisel yargılar daha belirgin. Modern öncesi çağdaki seyyahların geldikleri yerin medeniyetiyle ziyaret ettikleri toprakları kıyaslamalarını hatırlayalım. Laurence Stern’in benim de çok sevdiğim gezgin karakteri Yorick, farklı gezgin tipleri sıralar: Aylak Gezginler, Meraklı Gezginler, Sahtekar Gezginler, Gururlu Gezginler, Kibirli Gezginler, Melankolik Gezginler, Zoraki Gezginler, Suçu ve Sabıkalı Gezgin, Talihsiz Masum Gezgin, Basit Gezgin, Duygusal Gezgin.
Modern döneme yaklaştığımızda özellikle Avrupalı seyyahlarda oryantalist bir bakışın hakim olduğunu söylemek mümkün. Modern Avrupa’nın giderek mekanikleşmesiyle Doğu’nun gizemli, esrarlı yanı Nerval, Gautier gibi romantik yazarları cezbetmiş, yollarını başta İstanbul olmak üzere bu bölgelere düşürmüş. Bu yazarlar da biraz gazetecilik mantığıyla biraz da tarihçilik anlayışıyla ve doğrudan oryantalist bir bakışla gezdikleri yerleri not etmişler. İstanbul’u esrarlı, tuhaf ve artık giderek “çağdışı” kalmış adetleriyle anlatmışlar ve bu hikayeler büyük ilgi görmüş. Bugün bu metinlere baktığımızda yazarların tek taraflı bakışını görebileceğimiz gibi dönemin İstanbul’u hakkında ilginç detaylara ulaşabiliyoruz. Tüm bunların haricinde Eremya Çelebi Kömürciyan gibi bizzat İstanbullu gezginler de doğrudan yaşadıkları yeri anlatmaya çalışmışlar. Neredeyse semt, semt, tüm sokakları, adetleri, yaşamı, boğazı kısaca her şeyi içeriden, tanıdık bir gözle anlatmış. Zeynep Dadak’ın onun İstanbul Tarihi 17. Asırda İstanbul kitabından uyarladığı Ah Gözel İstanbul filmini de yeri gelmişken hatırlatayım.
Flanör, seyyahlar gibi gazetecilik veya vakanüvislik yapmaz. Seyyahlar gibi dışarıdan gelmemişlerdir, kentin sakinlerinden biridir. Bununla beraber Ulvi abi senin de belirttiğin gibi yabancılaşma önemli bir ayrıntı. Kendine yabancılaşmak ayrı kente yabancılaşmak ayrı. Flanörün yabancılaşması değişen kent odaklı. Seyyahlar biraz da kendilerinden kaçıyorlar. Baudelaire’in Paris Sıkıntısını hatırlayalım. Kitabının ismi bile aslında durumu açıklıyor. Erken dönem modernizm hayatı o kadar hızla dönüştürdüğünden, kent flanör için hayran verici bir yer olduğu kadar, kalabalığı ve son sürat bir yerden bir yere giden at arabalarıyla ürkütücü bir yerdir. Üstelik bir işi olmadığı için de toplumun dışında kalmıştır. Yıkılan evler, üstleri başları yırtık elbiseleriyle insanlar, flanör de melankolik hisler uyandırır. Giderek her şeye yabancılaşır.
Yabancılaşmayı derinleştiren bir başka unsur da melankolidir bana kalırsa. Abdülhak Şinasi, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Pamuk gibi İstanbul çevresinde yürüyerek dolaşan yazarlarda bu duygu daha belirgindir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Şinasi ve Tanpınar İstanbul civarında dolaşırken yanmış ahşap binaları, kırık dökük çeşmeleri, Bizans’ta kalma yıkılmış kemerleri, duvarları görürler. Bu görüntüler onlarda yıkılıp, gitmiş bir medeniyetin kalıntılarıdır. Orhan Pamuk bu bakışa “Hüzün” adını verir. Kendi zamanımızdan çok önce yaşamış ve şimdiye ancak kalıntıları kalmış bu yapılara baktıkça zamanın hoyratlığını, tarihin alt üst oluşunu görüp melankoliye kapılmamak imkansızdır. Melankolik bakışın haricinde Sitüasyonist Enternasyonal hareket gibi devrimci bir bakışı da görmek mümkün. Sitüasyonistlerin, kent içindeki yürüyüşlerini bir tür sürüklenme adını verdiklerini kendilerini tesadüflere, şansın kollarına doğrudan bıraktıkları bir şekilde gerçekleştirirler. Bu yürüyüşlerini bir noktadan sonra haritalarlar. Bu haritalar elbette resmi bir bakışın uzağında, devrimci topografyalarıdır. Bu yürüyüş kenti biraz duyularla, doğrudan deneyimleme ve bağ kurabilme ihtimali sunar. Bu deneyimin politik yönü ise, alışveriş merkezleri, kaldırımlara kadar taşmış arabalar, boyun tutulmasına neden olacak kadar uzunlukta cadde boyu geçen siyasetçi konvoyların arasında farklı rotalarda yürüyerek, kenti doğrudan resmi bakışın, finans kapitalin varlığından uzak bir şekilde deneyimlemektir. Jale Sarı’nın bu konuyu derinlemesine irdelediği, Kenti Deneyimleme Aracı Olarak Psikocoğrafya adında bir yüksek lisans tezi mevcut. İlgili olanlara öneririm.
Yabancılaşmayla ilgili son olarak hemen hemen beş yıldır Lavarla’da dijital dünyada sürdürdüğümüz (Lavarla’nın editörlerinden Seren Erciyas’ın önerilerini, katkılarını anmadan geçmeyeyim) flanörlük serimizden naçizane bahsetmek isterim. Sohbetin en başından itibaren flanörlüğün seyirlikle doğrudan bir ilişkisi olduğundan bahsetmiştik. Benim Ankara yürüyüşlerimde deneyimim de Şinasi ve Tanpınar’ın izlekleriyle benzerlikler taşıyor. En azından melankoli duygusu bakımından. Ankara’nın şehir planı Cumhuriyet’le beraber yeniden kurgulanıyor malum. Bu yeni kent planı, modernliğin olmazsa olmazı tabular rasa yasasına uygun olarak kentin tarihiyle doğrudan bağlantısı olmadan sıfırdan inşa ediliyor. Binalar, yollar, bulvarlar hepsi belirli bir kent planı ve mimarlık anlayışına göre modern dünyanın ihtiyaçlarına göre inşa ediliyor. Levent Cantek ve Funda Şenol Cantek’in sıklıkla işaret ettiği gibi bir vitrin kent haline getirilmiş. Cumhuriyet ideallerinin, ülküsünün sembolize olacağı bir başkent. Demokrat Parti’ye kadar bu çaba sürmüş sonra İstanbul ipleri yeniden almış. Benim 21. yüzyılda sokaklarını arşınlandığım Ankara’da bana melankoli duygusunu uyandıran durumlar ise bir taraftan Ankara’nın yarıda kalmış bu hikayesi diğer taraftan ise Ulus civarına çıkınca karşıma çıkan Bizans kalıntıları, Osmanlı döneminden izler ve metruk Yahudi mahallesi oluyor. Günümüzün hoyrat inanç anlayışının tam zıddı olarak Hacı Bayram Camii’nin ve Augustus Tapınağı’nın yan yana gelmesi, Ulus’taki Mongeri’nin mimari eserleri bende alt üst olmuş bir tarihi, yarıda kalmış bir tahayyülü hatırlatıyor. Tunalı, Cinnah, Hoşdere civarında yürüdüğümde ise sivil mimari olarak adlandırılan Danyal Çiper gibi usta mimarların tasarladığı bugün sıvaları dökülmüş, giderek eskiye yapıların arasında dolaşırken de yarıda kalmış neredeyse unutulmuş bir mimarlık anlayışını, kent planını izlerini görüyorum. Kentle bu bakışmalarımız da bende uyanan duygu elbette melankoli oluyor. Bir şeyler hızlıca yaşanmış ve bitmiş. Üstelik bu söylediğim büyük anlatıların değil insanın doğrudan bağ kurabileceği bir geçmişin parçası.
Öte yandan Kızılay, Cebeci gibi yerlerde yürürseniz de müesses nizamın dışında bir dünyaya adım atarsınız. Karanfil Sokak, Ahmet Arif’in, Metin Yurdanur’un İnsan Hakları Heykeli’nin, her adımınızda en meşhur Ankaralı Joe Strummer’ın da yanınızda olduğunu hissedeceğiniz, YÖK karşıtı protestoların, eşitliği savunan, emekten, haktan, adalet yana olanlarla karşılaşabileceğiniz, Güvenpark Cemal Süreya’nın, Cebeci Mülkiye’nin sivil direniş alanlarıdır. Elbette son zamanlarda buralarda da alt üst oluşlar yaşandı. Kamusal alan geriledi. Güvenlik önlemleri artırıldı. Sokakları eviniz gibi, gençliğinizin bir hatırasıyla dolaşıyor gibi dolaşamaz hale geldi. Bildiğiniz ama anımsayamadığınız tuhaf bir yere dönüştü Ankara’da.
Nostalji çağımızın en baskın duygusu. Tarihin alt üst oluşunu, yıkımını ve yeniden yazımını doğrudan deneyimliyoruz. Şimdiki zamanın vaat edileceği olmayınca 20 yaşında biri bile kendini geçmiş güze günlere sığınırken bulabiliyor. Flanörler üzerinden konuşacaksak, 18. yüzyıldaki yabancılaşma, doğadan tamamıyla kopup, sanayi devrimin yaratmış olduğu yeni kent hayatından kaynaklanıyordu. 21. yüzyıldaki yabancılaşma ise hafriyat alanına dönmüş, tüm kolektif bellek mekanlarının yıkıldığı, kalabalığı, akmayan trafiği, kaosuyla bir kent yaşamından kaynaklı. Türkiye yas sürecini tamamlayamamış bir ülke. Dolayısıyla kayıp nesnesi melankoli tarafından yutulmuş. Geçmiş yüzleşilmeyi bekliyor. Tarih adil bir şekilde yazılmayı bekliyor, hafıza uyandırılmayı bekliyor. Lacan, “Hayaletler neden geri döner? Adil bir şekilde gömülmedikleri” için der. Geleceğin adil ve eşitlikçi bir şekilde ilerleyebilmesi geçmişle yüzleşmekten geçiyor.
Tüm bu yabancılaşma bireyi yaşadığı yerle yani “ev”e dair bir kopukluğa itiyor. Zorunlu göçler, gönüllü sürgünlükler, savaşlar, küreselleşme, doğal felaketler vs. derken ev kavramının iyiden iyiye yitirildiği, anlamının değiştiği bir dönemden geçiyoruz. Bir yere gitmek zorunluk değil tam aksine tercih olmalı. Üstelik Türkiye ölçeğinde konuşacaksak sadece 10 yılda yaşadığımız, terör, deprem, sel, siyasi belirsizlikler, darbe, ekonomik krizin yarattığı bir yabancılaşma da var. Odysseia’dan da biliyoruz ki, tüm hikayeler eve dönmekle ilgilidir. Ama ya geriye dönülecek bir ev kalmadıysa? İthaka’nın dönüş yolu sisler altında kaldıysa? Bavullar her daim kapının önünde gidilecek yeni bir yer arıyorsak peki? Herkes evinde mutludur ama o evin neresine kendi karar verirse bu anlamlıdır. Siyaset bir yerden başlayacaksa, yaşadığımız yerle hamasetten, pozdan uzak sadece mahallenin mutlu sakini olacağımız, anılar biriktireceğimiz bir “ev” kurmakla başlayacak gibime geliyor.