Kent, yürümek, yazı, müzik ve Can Öktemer…

0
572

Ulvi Yaman: Uzun zamandır yazdıklarını takip edip zevkle okuyorum, özellikle kent/mekan/sokak üçlemesi ile ilgili olanları ki sen de “Flanör”lüğe sahip çıktın ve bu bağlamda keyifli üretimler yapıyorsun? Kimdir Flanör ve neden önemlidir? Geçmiş dönemdeki Flanörler ile günümüzün dijital çağındaki Flanörler arasında ne gibi farklar var?

Can Öktemer: Öncelikle çok teşekkür ederim Ulvi abi, çok mutlu oldum bu yoruma. Flanörü kısaca düşünür gezer olarak tarif edebiliriz. Flanörü sokakta görmeye hemen hemen 18. Yüzyılda görmeye başlıyoruz.  Modernizmin getirisi, hızlı iktisadi kalkınmayla doğru orantılı olarak 18. yüzyılla beraber kentlerde büyük bir değişim yaşanmıştı hepimizin bildiği gibi. Bugünün metalaşmış metropoller fikrinin ilk adımı belki de. Bu yeni dünya anlayışını sembolize eden kent de Paris olmuştu, bir tür modern dünya başkenti yani. Napolyon devrinde Paris’in kent planını yeniden ele alan Baron Haussmann’la beraber kent geniş kaldırımları, pasajları, bulvarları, ışıl ışıl vitrinli dükkanlarıyla seyirlik bir hale dönüşmüştü. Paris yerlileri, parası olmayanlar ise kent dışına sürüklenmişti. Haussmann her ne kadar Paris’i modern dünyanın gereksinimleri doğrultusunda yenilese de inşaata dayalı bu ‘niyetinin’ bir nevi erken dönem kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

Böylelikle Paris daha önce eşi benzeri görülmemiş bir kent deneyimi ortaya çıkarmış. Şehrin kalabalıklaşmaya başlaması, hayatın o dönem için eşi benzeri olmayan bir şekilde hızlanması da sosyolojik getirisi olmuş. Mesela Simmel’in daha sonra daha detaylı irdeleyeceği toplumsal tipler burada karşımıza çıkıyor. Kimler peki bu toplumsal tipler? Kente yeni gelmiş yabancı figürü mesela. Herkes şüpheyle bakıyor ona, niyet okuyor gözlerinden. Sonra Melville’in Kâtip Bartleby romanında karşımıza çıkan borsacı tipleri veya Dickens’in tefeci karakteri Scrooge gibi yeni zenginler kent hayatı içinde iyice görünür hale gelmiş. (Elbette bu karakterlerin hikayeleri Paris dışında cereyan ediyor ama dönemin ruhu hakkında fikir vermesi açısından ideal tipler) Diğer taraftan da derin bir yoksulluk hali var. Tüm bu insanlar kentin göbeğinde karşılaşıp kendi dünyalarına geri dönüyorlar.  Zamanın su gibi aktığı kalabalık kent hayatı içinde bu toplumsal tipler sıklıkla karşılaşmaya ve giderek birbirlerine kültürel ve sınıfsal olarak yabancılaşmış, kimse kimseyi tanımamaya başlamış. Kafelerdeki yan masalarda denk gelinen yüzler aşina olmaktan çıkmış.

İşte, böyle bir şehir hayatının içinde ortaya çıkıyor Flanör. Kavramın ilk detaylı incelemesine Walter Benjamin’in Pasajlar adlı denemelerinde rastlıyoruz. Benjamin, Flanörü Baudelaire’in yapıtları arasından çekip, çıkarıp analizini yapıyor. Denemecinin, flanöre tipine bu denli eğilmesinin sebebi, sanayii devrimi sonrası oluşmaya başlayan yeni kent hayatının çarpıklığı, uyumsuzlukları, finans yapının nasıl işlediği ve bireyin konumunu anlamaya yönelik aslında; çünkü flanör zaman dışılığı, mesaisizliğiyle hız toplumunun dışında akan dünyayı görüp dışarıda kalanları yakalayabilecek konumda.

Baudelaire, şiirlerinde, denemelerinde hatta romanlarında “modern” kelimesini sıklıkla kullanan bir yazar olarak da bilinmekte. Modernliğe, modern düşünceye büyük bir iyimserlik besliyor. Gerçi “modern” tartışmalarını ilk yürütenler de tarih boyu hep edebiyatçılar olmuş. Geleceğe doğru ilerlerken geçmişin üzerine basarak mı yoksa unutarak mı ilerleyeceğiz diye tartışmışlar. Nihayetinde “modern” kavramı esas değerler üzerinden kuruluyor. Nazilerin antikiteyi uyandırmayı çalışıp bunu yaşam ideali uyandırmayı düşünmeleri de bu yüzden. Üst insana, üst medeniyete ancak öyle geçebiliriz diye düşünüyorlar. Sonrası malum büyük insanlık trajedileri ve medeniyetin çöküşü. Neyse, edebiyatçılar tüm iyimserlikleriyle düşünüp durmuşlar, hikâyenin sonu bok gibi yer çıkacak haberleri yokmuş. 🙂

Yeniden flanör kavramına geri dönersek; yukarıda da bahsi geçtiği gibi kentin içinde herhangi bir amaç gütmeden ama kafasında bir dolu soru kümesiyle gezen çoğu zaman yazarlık, şairlik gibi işlerle uğraşan biri olarak tarif edebiliriz. Yeni kent hayatı ışıltısıyla, karmaşası, kalabalıklarıyla seyirlik bir nesne haline geliyor. Hayranlıkla izlenen dükkân vitrinleri, sokağa taşmış kafeleriyle o dönem için pek görülmemiş panoramik bir manzara. İnsanlar bu manzaraya yabancılaşmış, örtülü hakikat perdesinin ardından hayranlıkla bakıyor. Hepsi de meta dünyanın içinde olmak istiyorlar. Flanör de bu anlamda dünyayı seyir halindedir ama onu diğerlerinden en büyük fark Benjamin’in yaptığı tespitte olduğu gibi kente bir tül perde ardından bakması. Baudelaire’in kahramanı-hatta doğrudan kendisi de diyebiliriz- baktığı manzarada hem lirik düşler hem de ışıltılı bir dünya görür. Henüz o dönemde doğrudan politik bir figür değildir. Yeni dünyanın huzursuzluklarını sezer ama doğrudan oraya odaklanmaz. Gözlemlediği dünyada heyecan verici şeyler vardır, her şeye rağmen.

Kenti yürüyerek, kalabalıkların arasında karışarak gezmek insanın üzerinde farklı duygulanımlar yaratır. Metruk binalar, yolun kenarında bekleyen üstü başı yırtık biri, tanıdık bir mekân kısaca yürüyüş esnasında karşımıza çıkan her şey bizde farklı duygulanımlar yaratır. Her adımımız anın içinde gerçekleşse de yürüyüş bir anlamda hem geçmişe hem de geleceğe yöneliktir. Anısı olan bir yerin yıkılışı bizi geçmişe götüreceği gibi yerine yapılacak bina geleceğe dair tahayyüle sürükler. Modern hayat demek zamanın bölünmeye başlandığı -önemli hale geldiği- mesai kavramanın ortaya çıktığı bir durumu da imler. Flanör de haliyle işsizdir. Dolayısıyla mesaili zaman sıkışıklığından azadedir. Kalabalığın hem içindedir hem dışındadır. Klişe olarak tınlasa da kalabalıklar içinde tek başına süzülen, metalaşmış kent yaşamına dışarıdan bakandır. Yeni kent hayatında parlak ışıklarıyla sahte cazibe alanları sunan dükkanlarına bakmak yerine gündelik hayatın sıradanlığına hayrandır. Gökyüzünden süzülüp usul, usul yere düşecek bir tüyü ancak görür. Kuşların mevsimsel geçişlerini, yıldızların kaymasını, içten bir kahkahayı, içli bir bakışı o görür, yakalar. Yani zaman sıkışmış olanların göremeyeceği şeyleri görür.  Ünsal Oskay, onu “amatör dedektif” olarak tarif eder. Oskay’a göre flanör gözlemci gibi kent içinde gezinir. Gördüklerini not eder, fabrikaların ve sermayenin dışarıya attığı her şeyi tasniflendirir. Meta dünyanın dışarıya fırlattığı hikayeleri toplar. Çünkü dönem hız çağıdır ve “Katı olan her şey buharlaşacaktır”.

Kuğulu Park / Ankara

Romantikleri anksiyete sahibi yapıp onları yabana kaçmasına neden olan bu soluk almadan akıp giden kent hayatında flanörün varlığı çok önemlidir. Flanör, zaman dışılığıyla, sınırları hızla belirlenip standartlaşan yaşam pratiğini sessiz direnişle karşılaması, iktisadi pratiklerden uzak ve gündelik hayatı lirik bir manzaradan bakmaya inatla devam eder. Sessiz ve lirik direnişi onu asil direncidir. Kalabalıklar gibi hareket halindedir ama zaman ona aittir. İstediği an durabilir. Yolculuğuna yeniden başlayabilir. Zaman onundur. Ama kalabalık hep gitmek zorundadır. Ertesi gün ise yeniden aynı hayatı yaşamak zorundadır.  Özellikle tüketim odaklı olmaktan uzak olması başka türlü bir seyir halinde olması ve ucuzlaşan gündelik hayatı bu yönüyle deşifre etmesi önemlidir. Ama şunu da hatırlatmakta fayda var doğrudan politik bir figür değil flanör. Yersiz yurtsuzdur, doğrudan bir kimliğe, bir fikre ait değildir. Her şeyden azadedir. Yavaş, yavaş denetim toplumun buyruğu altına girecek toplumundaki özgür kalabilmiş nadir bireylerdendir. Bu noktada kendi flanörlük deneyiminden bağlayacak olursam, şehir dışına ve rutinlerime çok nadir olarak çıkan birisi olarak, yürürken kendimi hiçbir yere ait hissetmem tüm aidiyetler silinir gider. Yürümeyi ve görme biçimlerimi bir oyuna çevirip, kendi istediğim zaman dilimine gönderebilirim mesela bu da beni özgür kılar bir anda yersiz-yurtsuz bir hale dönüşürüm. Zaten yürümek Deleuze’e göre insanı yersiz yurtsuzlaştıran en önemli etmenlerden biridir. Baudelaire sonrası 1950’li yıllarda Jack Kerouac gibi isimlerde bu durum daha net olarak görürüz. Kerouac’ın yolu II. Dünya Savaşı sonrası tüketim odaklı yaşam pratiğine dair bir isyandır. Kerouac hep yoldadır, çemberin dışındakileri, kuralları, kimlikleri, banka cüzdanlarının dışında kalan kendi gibi insanları arar. Kerouc belki de doğrudan flanör tanımının içine girmez ama flanörler de onun gibi özgürdür, bir yere, bir değere doğrudan bağlı değildir ve sürekli hareket halindedir. Haritasının da pusulasının yönü çizgi dışıdır. Yola çıkmanın yolda olmanın özgürleştirileceğini bilir. Frederic Gros de flanörü yalnızlığı, hızı, çıkarcılığı ve tüketimi yıktığını bahseder. Bugün bile cazibesini kaybetmemişse biraz da bundan kaynaklanıyor galiba.

Flanörün geçmişle, günümüz arasındaki en büyük fark hiç kuşku yok ki, kentlerin ve yaşam pratiğinin değişmesi. 18. yüzyıl bugünün dünyasının bir nevi başlangıcıydı. Sınıfsal çelişkiler, tüketim kültürü vs. her şey yeni yeni oluşuyordu. Kentler, dumanı tüten fabrikalar, mağazalar bugünün dünyasına dair haber gönderiyorlardı. Günümüzün kaotik hatta Bifo Berrardi’nin tanımıyla “Panik” kentleri seyirlik manzaralar değil karşımıza çıkınca perdeleri kapatacağımız bir dünya sunuyor. Kaldırımlar, bulvarlar, insan ve araba dolu.  Şehirler sürekli inşaat halinde. Geceler tekinsiz. En başta flanörün rahatlıkla yürüyebileceği bir ortam yok. Diğer taraftan her sokağa konulan kameralar ve köşe başındaki güvenlik kuvvetleriyle Foucault’un tarifiyle “Panoptik” bir denetim alanında. Deleuze, bu tip denetim mekanizmaları için “Yaşam sürekli izlenir” tarifini kullanıyordu. Flanörün kalabalığın içine süzülüp, kendini unutturup, etrafını iştahla izlediği dünyada artık yalnız değildir. Üç sene önce hayatını kaybeden son yıllarını münzevilikle geçirmiş Godard’ın bile Google Street View kameralarına yakalandığını söyleyelim. Dolayısıyla flanörün attığı her adımın yanın başında bir kamera ve GBT sorgulamasına gireceği bir polis var.

Ankara Üniversitesi

Elbette bu kaotik ortamda kadın yürüyüşçüler yani Flaneuseler için daha zorlu hale geliyor. Şehrin geceleri tehlikeler ve bilinmezliklerle dolu bir hale bürünmesi yürüyüş özgürlüğünün elden gitmesine neden oluyor. Böyle bir kent ortamının varlığından ancak utanılır. Böyle bir kent ortamının varlığından ancak utanılır. Sanırım ideal bir kamusal alan için sokağı cinsiyetsiz, kimliksiz kılmamız lazım.

Tabi bu denetim mekanizması sadece flanör ve flaneuseler için değil iki sevgili için bile geçerli olabiliyor bizim gibi ülkelerde. Parklarda herkesten uzakta öpüşmeye kalksalar, muhtemelen parktan çıkartılılar. Sanırım 1980’lerde önemli bir slogan haline gelen “Şehirler özgürleştirir” mottosu çoktan anlamını yitirmiş gibi görünüyor. Bunun haricinde dev reklam panoları, plazaları, alışveriş merkezleriyle, soylulaştırılmış (ekonomik koşulları halı çırpar gibi uzaklara savurmuş) mekanlarıyla büyük kentler artık tamamen metadır; Guy Debord’in tarifiyle mekanlar “gösteri” haline gelmiştir. Peki, nedir bu gösteri? Onu da biraz kısaca açmaya çalışırsam, Debord özetle, imajların, reklamların totaliter bir şekilde hayatları işgal etmesiyle beraber dünyanın, hayatın artık doğrudan değil birtakım araçlarla kavranmaya başladığını söyler ve buna karşı çıkar. Baudelaire’in “tülün ardından” baktığı seyirlik dünya yerini totaliter bir yere bırakmıştır. Mekanlar insani deneyimlerden uzak, yabancılaşmışlar yerledir artık. Üstelik kamusal alan iktisadi dönüşüm yaşadığı kadar ciddi bir denetim altına girmiş, farklı etnik kimliğe veya cinsel yönelime sahip olan bireyler bu alanın dışına çıkarılmış. Bu yüzden flanörün yürüyüşü artık mecburen politiktir. 68 olaylarında öğrencilerinin, devrimcilerin yanında yer alır, kaldırım taşları altında kumsal görür. Ayrıca son yılda Rio’da, New York’ta, İstanbul’da karşımıza çıkan kent hakkı talebi protestolarıyla da doğrudan bağı var gibime geliyor. Kent merkezler, parklar, bahçeler, kolektif hafıza mekanlarının sermaye ve iktidarlar tarafından işgal edilmesine dair itirazlar her geçen yıl daha yükseliyor. Flanör de onlarla beraberdir bence. Dedektifliği bu yöndedir artık, yıkılan, işgal edilen tüm bu yerleri tasnifler. David Harvey’in uzun yıllardır kavgasını verdiği eşit bir kent hakkı talebinin güder bir anlamda. Sokak önemlidir çünkü hayatın akışı, tesadüfleri, güzelliği orada gerçekleşir. Dolayısıyla iktidar hayatı ne kadar totaliterleştiriyorsa, flanörlük de bir o kadar özgürleştirir. O yüzden sokaklara ilk sahip çıkacakların arasında flanör yer alır.

Erken dönem modern dönemdeki flanörlükle, dijital çağda flanörlük arasında niyet anlamında çok fark yok gibi bence. Flanörlük esası deneyim ve hareket. Bunu yapabilmek için de sokakta olmak ve yürümek gerekiyor. Lakin, duygu ve hissiyat açısından flanör deneyiminde geçmiş ve bugün arasında farklar var. Üstelik Enis Batur’un tarifiyle “son modernler” Baudelaire, erken dönem modernliğin, sanayi devriminin belirsizliği içindeydi. Bugünün dünyasında belirsizlikler, kaos ve yıkım var. Yabancılaşma daha derin, bakışta melankoli daha baskın. Felaketler, yıkıntılar, krizler arasında kaotik bir manzaranın içinde geziliyor. Kentin içinde yürürken karşılaştıklarımız daha çok inşaat ve harfiyat alanları oldukları için duygulanımlarız daha çok hafıza ve kişisel anılarımız odaklı oluyor. Ama yukarıda da bahsetmeye çalıştığım gibi, son yıllarda artan eşit, ekolojik kent talepleri hızla artıyor.  İyimserliğini koruyan biriyim yakın gelecekte sadece flanörün aylak yürüyüşü için hepimiz için ideal bir yer olma ihtimali var.

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
Önceki İçerikBahçeli’nin Danışmanı Ali Sunal’ı Hedef Aldı
Sonraki İçerikMuhalif Gençlerin “Yeni Dönem” Beklentisi: Festival Yasakları Sona Erecek!
1966, İstanbul doğumlu. Marmara Üniversitesi, Basın-Yayın Yüksek Okulu,Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Radyo ve Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı ve doktora çalışmasına devam etti, tez aşamasında ayrıldı. 1984-1989 yılları arasında, bir yandan okurken bir yandan Toros Mühendislik şirketinde İthalat ve Pazarlama Müdürü olarak görev yaptı. , yine aynı yıllar arasında UNESCO’ya bağlı, kar amacı gütmeyen uluslararası programlara sahip “The Experiment In International Living in Turkey”de Program Koordinatörlüğü görevini yürüttü. 1991 yılında Şeker Sigorta’da Reorganizasyon, Pazarlama ve Reklam Müdürü olarak mesleki kariyerine başladı. 1993 yılında Oyak Sigorta’da Reklam Müdürü olarak görev aldı. Dream Design Factory’de 7 yıl Genel Koordinatörlük, (dDf'teki son 3 yılında dDf’nin yan kuruluşu olan dda, Dream Design Advertising’de Müşteri İlişkileri Direktörlüğü) Capital Events’de 2 yıl Genel Koordinatörlük görevlerinde bulundu. 2003 yılında X-event’in kurucu ortaklarından biri olarak, şirketinin genel koordinatörlük görevini üstlendi. 2005-14 yılları arasında Farkyeri Reklam Ajansının Kurucu Ortakları arasında yer aldı. Ulusal ve uluslararası müşteriler için yüzlerce başarılı projeyi hayata geçirdi.Reklamcılık ve Etkinlik Yönetimi alanlarında bir çok ödül aldı. İstanbul Modern Sanatlar Galerisi’nde Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yaptı. Doğrudan Pazarlama İletişimcileri Derneği Genel Koordinatör olarak görev yaptı. Çeşitli kitap projelerine katkıda bulundu, çeşitli dergi ve gazetelerde yazı, araştırma ve makaleleri yayınlandı. Halen bir çok ajans ve markaya danışmanlık vermektedir. TTNet'in "Yaratıcıya Destek, Yaratıcı Ekonomiye Destek" projesinin eğitmenlerinden oldu. 2006-2011 yılları arasında Bilgi Üniversitesi, Reklamcılık Bölümü’nde, “Etkinlik Yönetimi” dersleri verdi. Fenerbahçe Kulübü, Yüksek Divan Kurulu Üyesidir Specialties: Advertising, Event Management and Marketing, Special Project