Ulvi Yaman:Punk öldü mü? Biraz da müzikten konuşalım. Neler dinliyorsun bu aralar, müzikte nasıl bir değişim yaşanıyor? Özellikle rock temelli olarak soruyorum bu soruyu ama caz’a da girebiliriz.
Can Öktemer: Punk ölmedi bu kesin. Hatta şu her şeyin muğlaklaştığı bu tuhaf çağda kesinlik arz eden az bilgiden biri de bu bence. Üstelik dünyanın sonunu getirmeye kararlı siyasetçi, ucube milyonerlere karşı mevzi alacaksak, punk tavrına ihtiyacımız var. Mevcut müzikal akımlar bunu sağlayamıyorlar galiba. Müzikte tavır çok önemli. 1960’lı yıllarda da bu böyleydi, 1980’li yıllar da. Milenyumda biraz fazla uyuşuk bir müzik anlayışı var, buradan çıkmak lazım. Hayat şartları giderek zorlaşıyor. Rock müziğin işçi sınıfı müziği olması boşuna değil. O duygu durumunu yeniden sağlamamız gerekiyor bence.
Analog dünyayı deneyimlemiş, cebinde Walkman’le dolaşmış kuşaktan gelen biri olarak, müzikteki en büyük değişim dijitalleşe kayması söz konusu. Albüm mantığı neredeyse bitti. Albüm olmayınca ana akım da ortadan kalktı. Ortak müzik zevki olan insanlar kalabalıkta birbirlerini bulmakta zorlanıyorlar. Bu müziğin kültürel paylaşımına zarar verdi bana kalırsa.Çok parçalı, çok sesli bir dünya içindeyiz. Üstelik algoritmalar kollarımızdan çekiştirip “Bunu dinlemeli misin?”, “Hayır, bu daha iyi!” diyorlar. Müzik dergilerinin hayatımızdaki yeri azaldı. Milenyum sonrası dünyayı heyecana sürükleyecek avangart ya da gelenek yıkıcı bir müzisyen de çıkmadı. Eski gruplara ve müzisyenlere yönelik nostaljik iştahın kaynağı biraz buradan geliyor sanki. Büyük stadyum konserlerinde bir araya gelip hep birlikte şarkı söyleme deneyimini de eski müzisyenler sağlıyor. Bunlar benim emekli albay huysuzluğuma gördüğüm sorunlar ama müziğin üretim koşulların kısmen de olsa “demokratikleşmesi” müzisyenleri, yapımcı kapısında dolaştırmayı bıraktırdı. Parçasını kaydedebilen müzisyenler çevrimiçi yollarla bunu başka insanlara duyurma şansları var artık. Üstelik tuhaf bir çağda yaşıyoruz. Geçenlerde gençlerin müzik dinlemesiyle alakalı bir yazı okudum. Yazıda günümüz gençlerinin müziğin tamamını değil de sadece dinlemek istedikleri kısımları dinlediklerini anlatıyordu. Üç dakikalık bir parçaya bile tahammül edilemiyor artık. Allah’tan Pink Floyd albümleri yapıp, kenara çekilmiş. Şimdi işleri zordu.
Rock müziğin değişimine bakarsak, aslında çok büyük değişim gözlemlemiyorum uzun zamandır. 2000’li yılların başında yeni bir sound aranıyordu ama Rap ve Rock’ı yan yana getirip yeni bir şey üretmeye çalışılmıştı ama uzun ömürlü olmadı. Zaten Rock, uzun bir zamandır ana akımın parçası değil. Belki de kendini çok fazla tekrar ettiği için, bilemiyorum. Günümüzde Rap ve elektronik temelli müzik hâkim. Özellikle evde, ucuz ve kolay yönetmelerle müzik yapmak kolaylaştı. Bana kalırsa müziğin özü hala enstrüman hakimiyetinden geçiyor. Yani yetenek kadar zanaat da çok önemli. Konserlerde davulun, gitarın sesini analog olarak hala çok büyüleyici. Rock müzik yeni sesini, yolunu arıyor. Mutlaka yeni bir şey çıkacaktır. Tavır ölmediği sürece amfiler kapanmaz, gitarlar susmaz.
Caz ise ana akım müziğin parçası olmasa da varlığını sürdürmeyi başarıyor. Enstrüman yeteneği kadar, doğaçlamaya alan açması, yetenek kadar zanaatı öne çıkarması sebebiyle yeri tartışılmaz. Caz yapısı gereği sürekli değişip dönüşüyor. Onun diğer müzik türlerine göre en büyük artısı da sürekli bir arayışta olması. Bugün bile farklı sesleri kolaylıkla bünyesine dahil edip yeni bir form ortaya çıkarabilir. Nordik caz öyle mesela, klasik cazı daha piyano odaklı daha az ritimli bir şekilde icra edebildikleri gibi Esbjörn Svensson Trio gibi progressive temelli bir şeye de dönüştürmüşlerdi. Avisahi Cohen, İsrail’in otantik seslerini müziğine dahil edebilmişti. Bizde de Jazz Semai akla gelebilir. Cazın, rock ve diğer müziklere göre en büyük şansı, füzyona yakınlığı. Bu yüzden tüm sesler sussa bile caz bir şekilde yaşar. Cazı neden çok sevdiğimin yanıtı da belki bu değişim arayışı içinde yatıyordur; dünyanın en sabit insanı olmama rağmen, yazdıklarımda, okuduklarımda, hayat bakışımda ben de her daim arayış içindeyim.
Müzik konusunda biraz muhafazakâr biriyim. Kolay, kolay yeni müzik türlerini dinlemiyorum araya mesafe koyuyorum. Hoşuma giderse yolculuğa onu da katıyorum. Rap hiç bana göre değil. DJ müziğinden koşarak kaçarım. Son zamanlarda İrlandalı punk grubu Fontaines D.C. dinliyorum. Cayır, cayır eski usul punk yapıyorlar. Üstelik Joyce hayranılar. Singer, songwriter ekolünden Father John Misty son dönem favorilerimden. Çağın tüm abukluklarını, yalnızlık, bedbahtlık üzerinden anlatıyor. İronisi de oldukça sağlam. Bunların haricinde rock ve metal ağırlıklı bir müzik seçkim var. Slayer, Metallica, Iron Maiden, Audioslave, Volbeat, Tool, Mastodon, Trivium, NIN’le yollarım gün içinde mutlaka kesişir. Ankara’nın havasından suyundan olacak, Seattle ekolü Soundgarden, Alice in Chanis gibi grupları bir şekilde yanımda taşır. Ne kadar yeni bilmiyorum ama Kings of Leon’ı yine dinlemeyi çok severim. Bunların haricinde gitar temelli Richie Kotzen, Eric Clapton, Jimi Hendrix, Ketih Richards, Joe Bonamassa gibi müzisyenler yanı başımda yer alır. Whitesnake, Def Leppard, Deep Purple, Bon Jovi, Led Zeppelin gibi klasiklerle gün içinde yolum mutlaka kesişir. Ortaçgil, Miles Davis, Coltrane, Keith Jarrett, Esbjörn Svensson Trio, Bill Evans gibi isimler ise her daim başucumdadır.
Ulvi Yaman: Bir dönem gençler arasında en revaçta olan yazım türlerinden biri “yeraltı edebiyatı”ydı. Seks, uyuşturucu, alkol, argo temelli bir sığlığı marjinallik sayarak “yeraltını” bundan ibaret sanan bir yaklaşım söz konusuydu. Sen neler söylemek istersin “yeraltı edebiyatı” konusunda?
Can Öktemer: Yeraltı Edebiyatı meselesinin memlekete yanlış hatlardan girdiğini düşünüyorum. Bir kitaba devletin bandrol basıp, onu satışa sunması da zaten o kitabın ne kadar “yeraltı” olduğunu tartışmaya açar ayrıca. Üstelik kültür endüstrisi onu tasniflendirip raflara yerleştirdiyse duble soru işareti barındırır. Bir kitap veya başka bir kültür nesnesi yer altındaysa onu görebilmeniz yerin altına girmeniz lazım zaten. Dolayısıyla Ulvi abi, senin de belirttiğin gibi küfür edip, uyuşturucu içmek elbette doğrudan edebiyatın parçası olamaz. Edebiyat her şeyden önce bir hikâye anlatma sanatı. En nihayetinde argo edebiyatın zenginliklerinden, doğru şekilde kullanılırsa metin de iyi bir hale gelir. Tarih boyu bu türün yazarlarının yerleşik olanla kavgalarını görürüz. Bu yüzden ya müstehcenlikle ya da başka bir sebeple yasaklanmışlar. Yani hikâyenin kendisi kadar yazarın tavrı da önemli. Özellikle Türkiye gibi Muzır Neşriyat gibi keyfi bir şekilde kullanılan sansür mekanizmasının her satır başı yazarın başında dikildiği, müstehcenliğin veya “birtakım değerler” nedeniyle kitapların toplatıldığı bir yerde; edebiyatın sınırının bizzat yazarlar tarafından çizilmesini inatla savunmalıyız. Yeraltı edebiyatı olsun olmasın, yerleşik olanla kavgalı, lafı doğrudan söyleyen metinlere ihtiyacımız her zaman var. Bunu da metni ucuzlatarak değil, dile hakimiyetle, hikâye anlatmadaki hünerle, okuyucuyu şaşırtarak yaparsın.