Ulvi Yaman: Geçmişten günümüze sevdiğin Flanörler ve nedenleri ile ilgili de bir şeyler söylersen bu Flanörlük konusunu kapatıp, başka konulara geçelim.
Can Öktemer: İlhami Algör’ün Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku ve İkircikli Biricik’teki karakterleri her daim en sevdiğim flanörler arasında yer alır. Algör, isimsiz karakterleri, sürekli içinden konuşur, Suriçi’nden yola çıkar Taksim’de kadar yürür, orada rota değiştirir, yürümeye devam ederler. İstanbul’un o çok sesli, çok kültürlü sesine iyice kulak kabararak dinler. Yol boyu gördüklerini yer yer homurdanarak yer yer de iç hatlardan Müzeyyen’e aktarır anlatır. Algör, hem bir yazar hem de kenti sesleri, kalabalığı, kültürü, argosuyla muazzam bir şekilde anlattığı için çok severim. Laurence Stern’in Yorik karakteri de aynı şekilde çok sevdiğim bir yürüyüşçüdür. Gerçi abiyi seyyah kategorisinde de almak mümkün ama olsun. Yorick, Duygusal Yolculuk kitabında Victoria muhafazakarlığa nanik yaparcasına gördüğü her kadınla flört eder, sürekli bizle konuşur, Fransa Kralı’na meydan okuyor. Tam bir anarşist bence. Ne yaptığını, niye bu yolculuğa çıktığını asla öğrenemiyoruz, o sadece geziyor. Duygusal Bir Yolculuğa uygun olarak doğayla, etrafıyla, mekanlarla yakından ilgilenir. Turist değil damardan gezgindir. James Joyce’un Ulysses’teki Leopold Bloom karakterini de pek severim. O da gün boyu Dublin sokaklarını arşınlar. Farklı yerlere uğrar, insanlar sohbet eder, uzaktan izler, iç hatlardan kendisiyle konuşur. Kafasının içinde binlerce kelime vardır sanki. Bloom düşünür, düşünür, konuşur, Joyce onun zihnin tüm duygu haritasını çıkarır. Çevreci, sakin bir adamdır özünde. Demir Özlü’nün hafıza ve melankoli odaklı kent hikayeleri her daim çarpar beni. Sebald’ın tarih, hafıza merkezli anlatıları aynı şekilde… Jack Kerouac ve daima ileri anlayışını severim. Kant’ın düzenini, her gün aynı rotayı bıkmadan usanmadan yürümesini ve bu düzenin onun düşünce hayatıyla olan ilişkisi beni etkiler. Açık Şehir kitabının yazarı Teju Cole da son zamanlarda severek okuduğum bir kent gezgini. Nijerya asıllı ABD’li bir yazar olan Cole’un New York turu daha çok tarih, ırkçılık, bellek ve sanat tarihi üzerine oluyor. Okumayanlara tavsiye edeyeyim. Elbette ustamız Baudelaire’i de anmadan geçmeyeyim.
Ulvi Yaman: Birazda aşktan konuşalım mı? Özellikle aşk ve şehir, sokak ile bağlantısından. Tüm anlatılarda, edebiyat, müzik, sinema aşk ile şehir arasında sıkı bir bağ vardır. Birbirlerini tamamlarlar, kimi zaman şehir ve sokaklar aşka fon olur, kimi zaman ise aşk sokaklara…
Can Öktemer: Şehir ve aşk arasında hiç kuşku yok ki doğrudan bir bağ var. Şehirlerden ilham alınan onca film, kitap, müzik boşuna değil. Kentlere duyulan aşk kolaylıkla romantize edilebilir. Bu da aşkın yarattığı illüzyona benziyor sanki. Duygu azalınca gerçek görüntü ortaya çıkıyor. Woody Allen bunu çok fazla yapıyordu. New York’u masalsı bir şekilde anlatıyordu. Onun filmlerini izleyip New York’a gelenler bir süre sonra hayal kırıklığına uğramışlar. Çünkü New York güzel olduğu kadar karmaşık, suç oranın yüksek olduğu bir kent. Filmlerde durduğu gibi durmuyor yani.
Şehirler edebiyata, sinemaya, müziğe ve aşka ilham olur çünkü yaşadığınız yer size o nedeni sunar. Kendi tarihiniz sokak aralarına karışmıştır. İlk defa âşık olmuşsundur. Sevdiğiniz kişiyi belki ilk defa kalabalıklar arasında görmüşsünüzdür, bir mekânda tanışmışsınızdır. Bu duygu durumu sadece biri için değil doğrudan kentle de alakalı olabilir. Bazen bir gün batımı bazen gökyüzünde başıboş dolaşan bir bulut, bazen dalga sesi sizde o hissiyatı uyandırabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar mesela, yanlış hatırlamıyorsam Beş Şehir’de “Bir şehri sevmek aşka sebep aramaktır” diyordu. Zaten bence âşık olmazsınız aşık olduğunuzu anlarsınız. Aşka doğrudan bir neden aradığınızda zaten orada bir sorun vardır. İster bir şehri ister birini sevin onu doğrudan seversiniz. Dolaysız, nedensiz. Sonra her şey alışkanlığa döner zaten. Yaşadığımız kentleri çoğu zaman biz seçemiyoruz. Piyangodan çıkar gibi gözlerimizi bir yerde açıyoruz. Manzaralar bir süre sonra sıkıcı hale gelebilir. Doğduğumuz yeri sevmek için çaba sarf etmek, nedenler aramaya başlarız. Dolayısıyla tesadüfler eseri doğup, büyüdüğümüz yeri sevebilmek için Tanpınar gibi nedenlerin peşine düşmek lazım belki de. Ama esas olarak bir yeri manzarası vs. için değil sevdiğini kişi için seversiniz. Tüm hikayeler eve dönmekle alakalıdır ve siz de hep sevdiğinizin yanına dönmeye çalışırsınız zaten.
Büyük kentlerin tesadüflere, karşılaşmalara açık olması sebebiyle aslında doğrudan bir neden sunuyor. Yusuf Atılgan’ın Bay C.’sini aklımıza getirelim mesela. Aylak Adam “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” cümlesiyle başlıyordu. Dostoyevski’nin Beyaz Geceler kitabında kahraman yolda yürürken bir kadınla karşılaşıp âşık oluyordu. Dolayısıyla bir yerde otururken veya amaçsızca yürürken hoşlandığınız kişiyle karşılaşabilirsiniz. İhtimallere açık bir durum. Üstelik “Herkesin herkesi bir yerden mutlaka tanıdığı” Ankara’da flanörlük yapıyorsanız, tesadüfler ve karşılaşmalar size hiç olmadığı kadar yakındır. Sevdiğiniz kişiyi kalabalıkların arasında görebilir, en olmadık yerde karşılaşabilirsiniz. Şu yaşadığımız hayatta hemen hemen her şey sadece bir kez olup, bittiği için tüm bu tesadüfler, şehrin sunduğu imkanlar, manzara veya sokak arasından gelen bir ses bize hep büyülü gelecek bence. O büyü devam ettiği sürece bu ilişki de sürecek.